Akşam yemeği için okulun yemekhanesindeydim. Yemek kalmaz endişesiyle alelacele koridorda ilerlerken panodaki yazı gözüme takıldı. Geri döndüm, biraz geçtikten sonra.
Algıda seçicilikten miydi yoksa başka bir adı mı vardı denk gelmemin nedeni bilemiyorum. Yakın zamanda önem verdiğim birinden duymuş olmamdı belki de o cümlenin aklıma takılması. Üstelik yönetmenin adı da onu anımsatmıştı bana.
Üstün körü bakıvermiştim.
Nasılsa yemekten sonra detaylıca bakarım diye düşünüyordum. Yemeğimi yedikten sonra afişi incelediğimde saat 18.40'dı. Tiyatroysa bu akşam ve 19.00'daydı.
Cebimdeyse son nakit param kalmıştı. Gidip gitmemekte biraz düşündüm. Üstelik zaman açısından da çabuk olmalıydım çünkü daha yurda dönecek ve 12-13 dk'lık bir mesafeyi yürümem gerekecekti tek başıma.
Yurda geldim, çantamı, atkımı kaptığım gibi koşarak çıktım. Tok karnına koşmaksa son derce yorucu olmasına rağmen acele etmeye devam ettim.
Biletim bile yokken gidiyordum. Belki de tükenmişti bile ve ben boşa gitmiş olacaktım. Ki korktuğum da başıma geldi. Yalova halkı doldurmuştu tüm salonu. Biletlerse neredeyse tükenmişti.
Masa başında bekleyen, gelmeyen arkadaşlarının biletini satan bir ablanın etrafındaydı herkes.
Sonra o herkese ben de karıştım. Ablaysa satıp satmama konusunda hala tereddütlüydü. Ayşegül gelir mi acaba bu saatten sonra gibi sorular vardı kafasında, yanındaki arkadaşına bahsettiği.
Emin olamasa da o kadar talipli varken satmak en makul olanıydı. Ben de almak üzereydim ki bir abi çıkageldi elinde öğrenci biletleri olan. Ona doğru yöneldim ve ücreti uzatarak biletimi aldım.
Sıramı bilmiyordum. Heyecandan mıdır bilemiyorum ama biletin üzerinde oturmam gereken koltuğun numarasını bulamadım bir türlü. Bir kaç yer değişikliği ve orası bizim yerimiz olması gerek cümlelerini
dinledikten sonra, ışıkların kapanmasıyla bir yer ediniverdim nihayet kendime.
Derken oyun başlamıştı.
Müzisyenler eşliğinde müzikal tadında, milli mücadele döneminin İstanbul'da ki ufak bir kesiti esprili bir dille anlatılmaya çalışılmış. İki perdeden oluşan oyun sıkıcı geçmeden, aksine gayet hoş bir şekilde, ayakta alkışlanarak yapmıştı kapanışını.
Milli mücadele dönemi demişken, oyunda da bahsedilmişti.
Yüzbaşı Süha'nın elinde hat sanatıyla yazılmış bir yazı vardı. O dönem herkesin evinde olduğundan bahsedildi bu yazının.
Tüm başedilmeye çalışılan zorluklar karşısında, dirayet gösterebilmek için yaratıcıya olan bir nidaydı o söz.
" Bu da Geçer Yâ Hû " diyordu halk.
Geçer miydi, geçmez miydi, bilinmezdi ama umudunu kaybetmeyenlerin sözüydü o. O'ndan medet umanların...
Sözün tarihçesine baktığımdaysa, aslının "bu da geçer" olduğu. Bizans döneminden Selçuklu'lara kadar yaygınlaşan, Osmanlı dönemindeyse tekkelerle birlikte "Ya Allah" yakarışının da eklenmesiyle
Bu da Geçer Yâ Hû halini aldığını öğreniyorum ve kendime de bir pay çıkarmaya çalışıyorum, geçmez dediğim o tüm sıkıntılarıma karşı...
Yorumlar
Yorum Gönder